Türkiye’den ayrılmadan evvel, bu bölge ülkeleri hakkında sağlık ve özellikle geceleri tehlikeli oldukları konusunda derin endişeler hissetmiyor değildim. Hudut ve Sahiller Genel Müdürlüğü’ne bağlı Sağlık Ocağından önce Sarı Humma aşısını yaptırdım, sonra da bu bölgede yaygın olan sıtmaya karşı ne gibi önlemler alabileceğimi öğrenip bu yolculuğa çıkmaya karar verdim.
Dubai üzerinden uzun bir aktarmayla Kara Afrika’nın dünyaya açılan kapısı olarak bilinen başkent Accra’ya, 18 saatlik bir yolculuktan sonra varıyoruz. Havalimanından dışarı çıktığımız anda Gine Körfezi’nden esen ciddi anlamda sıcak bir rüzgâr bize “Hoş geldiniz” diyor. Ekvatoral kuşakta yer alan ve yılın her ayında 30 derece sıcaklığın hâkim olduğu Gana’da, nem oranı maksimum düzeyde tutunuyor. Geceyle gündüz süresinin devamlı eşit olduğu bu coğrafyada, gece ve gündüz arasındaki ısı farkı da çok düşük.
Yerel rehberimiz Benjamin’le tanıştıktan ve son derece yüksek kakao ağaçlarının arasından yaptığımız yolculuktan sonra, başkent Accra’ya aşağı yukarı 20 km kadar uzakta olan Coco Sahili’ndeki Beach Resort oteline yerleşiyoruz. Dünya’nın en ciddi trafik sorunlarından biri de anladığım kadarıyla Accra’da. Çift yönlü bir yolun her iki yönünü de aynı istikamette giden araçlar doldurduğundan, burada ilerlemek bir yana kıpırdamak bile mümkün değil. Tam bir kaos söz konusu. Ciddi bir duman ve rutubet kokusu havaya hâkim.
Yerleşim olarak çok ciddi bir sahaya yayılmış olan başkent Accra ile her ne kadar Ganalılar övünse de, övünülecek pek bir durum olmadığı ortada. Kerpiçten evler, Avrupa’dan bir şekilde ülkeye sokulmuş, terk edilmiş eski arabalar ve araba lastikleriyle çirkin bir görüntü kirliliğinin tüm ülkeye yayıldığını fark etmemek olanaksız.
Ekvatoral kuşakta yer alan Gana’nın, Atlantik Okyanusu, Gine Körfezi’ne 550 km kıyısı var ve adını da bundan 700 yıl önce bu topraklarda hüküm sürmüş eski bir Afrika İmparatorluğu’ndan aldığı biliniyor. Birçok kaynakta Golden Beach olarak da bilinen bu bölgenin zengin altın madenleri, birçok Avrupa ülkesinin bu bölgelere yerleşmesine sebep olmuş.
Altının yanı sıra dünyanın en fazla kakao üreten ülkesi olması da Avrupalıların bu bölgelere yerleşmesine ciddi anlamda vesile olmuş. Kakaodan sonra en fazla kereste üreten Gana, özellikle kuzeyinde bulunan ve Aşanti Krallığı’nın da başkenti sayılan Kumasi adlı şehirden dünyaya büyük oranda kereste ihraç ediyor.
Dünyanın en büyük beşinci büyük baraj gölü olan, Volta Nehri üzerindeki Akosombo Barajı da, Gana’da olmasına rağmen gerek ekonomik çalkantılar, gerekse iyi bir yönetim anlayışının ülkede egemen olmaması nedeniyle iyi değerlendirilememiş. Dünyanın en büyük yapay su depolarından biri olan bu barajdan elde edilen elektrik, çevre ülkelere özellikle Togo, Benin ve Fildişi Sahilleri’ne satılıyor.
Eski adı Yukarı Volta olarak bilinen ve bugünkü Burkina Faso’dan doğarak, Gine Körfezi’ne dökülen Volta Nehri, Gana için yaşamsal bir öneme sahip olmasına rağmen, ülkede içme suyunun bulunmayışı, Gana halkının dışarıdan taşıma sularla hayatlarını idame ettirmesine sebebiyet vermiş. Başkent Accra hariç, neredeyse hiçbir yerde altyapı yok ve evlerde kullanılan günlük atık su, kanallar vasıtasıyla sokaklarda evlerin önünden geçerek nehirlere kavuşuyor. Bu durumun ne derece büyük bir koku ve pislik yaydığını sanırım anlatmaya gerek yok.
Göl üzerinde yaptığımız bir sandal gezisinde, gölün çevresinin yemyeşil tropik ağaçlarla kaplı, kıyısında hemen hemen her yerinde sazlardan yapılmış barınak tarzındaki köy evlerinin bulunduğunu gözlemliyorum. Su, yanı başlarında olmasına rağmen içeride suyu bulunmayan ahalinin, tüm temizlik (!) işlerini göl kıyısında yapmaları çok ilginç. Çamaşır ve bulaşıklarını aynı yerde yıkayıp bir de üzerine aynı ortamda yıkanmaları, suya girip serinlemeleri, gerçekten garip bir durum. Yine göl kıyısındaki beyaz midye kabuklarından yığınlar dikkatimizi çekiyor ve bunların öğütülerek boya yapıldığını öğreniyoruz.
Accra’ya dönüş yolunda çok ilginç bir köylü pazarına rastlıyoruz. Bu pazarda tüm satıcılar tamamen kadın. Hemen hemen tüm kadınların başında kocaman bir leğen ve içleri aşağı yukarı en az 5-10 kg arasında değişen satılık ürünlerle dolu. Pazara ağır bir koku hâkim. Bunun en önemli nedeni de mim ağaçlarının dallarından elde edilen ve “caku” denilen odun kömürünün de pazarda satılıyor olması. Tüm tezgâhlarda bu ürüne rastlamak mümkün.
İçlerinden Anastasia isimli genç ve güzel bir kızın yine kafasının üzerinde tüm mutfak gereçlerini bir arada taşımayı nasıl becerdiğini anlayabilmiş değilim. Düzgün fizikleri, simsiyah saçları ve bembeyaz dişleriyle hep güler yüzlü olan Ganalı kızlar, hemen hemen her yerde karşımıza çıkıyor. Gana’da, kadının aile geçimine katkısının, çok büyük oranda olduğunu öğreniyoruz. Dolayısıyla neredeyse her yerde çalışan kadınlara rastlıyoruz.
Yabani muzdan yapılan ve adına “platin” denilen bir yiyecekle, yine görünümü ve tadı itibariyle patatesi andıran bir bitki olan “yam” da, tüm Gana’da olduğu gibi burada da satılıyor. Diğer ilginç bir durum da, tuzaklarla yakalanan köstebeklerin kızartılmak suretiyle sokak pazarlarında satılması… Bütün ana yol kenarlarında bu şekilde kızarmış köstebek satıcılarına rastlamak mümkün.
Başkent Accra’da sokakları arşınlamaya başladığımızda, her an sürprizlerle karşılaşacağımı önceden bilmek, beni hem heyecanlandırıyor hem de şaşırtıyor. Ölenlerin mesleklerine göre tabut imal eden bir atölyeyi ziyaret ediyoruz. İnsanların henüz ölmeden evvel siparişlerini verdikleri, büyük bir itinayla hazırlanan, Coca Cola şişesi, cep telefonu, uçak, gemi, araba, balık, tren şeklinde hazırlanmış tabutları görünce, geleneksel din anlayışının burada ne kadar önemli olduğunu anlamamak mümkün değil.
Accra’nın en önemli meydanı olan Özgürlük Meydanı, Osu Kalesi’ne giden yol ile şehrin tam merkezi arasında yer alan bir alanda. Accra’nın bağımsızlık meydanı olarak bilinen bu meydan, diğer meydanlardan çok farklı. Atlantik Okyanusu kıyısında, olimpik statlarda benzeri görülebilecek tribünlerin olduğu ve bağımsızlığın kutlandığı bir meydan olarak düşünülmesi gereken bir yer. Alanın tam ortasında yer alan özgürlük anıtının üzerinde, sosyalizmi simgeleyen yıldız bulunuyor.
Gana, Afrika kıtasında bağımsızlığını kazanan ilk ülke olmasıyla övünüyor. 1957 yılında İngiltere’nin idaresinden çıkarak bağımsızlığını kazanan Gana, 1960 yılından itibaren cumhuriyet ile yönetiliyor. Gana bayrağı kırmızı, sarı ve yeşil renklerden oluşmakta ve orta şeritte de bir siyah yıldız var. Kırmızı o bölgede dökülen kanı, sarı altın madenlerini, yeşil ormanları ve siyah yıldız da Kara Afrika’daki ilk bağımsızlığı ifade ediyor.
Accra’nın liman bölgesi olan eski başkent Tema, yeni başkent Accra’ya pek de uzak sayılamayacak bir mesafede. Mim ağacı denilen, yol kenarlarında bolca bulunan, dallarından odun kömürü yapıldığını, yapraklarının da kaynatılıp içildiğini ve sıtmaya karşı iyi geldiğini öğrendiğimiz ağaçların arasından devam eden bir yolla sağımızda Atlantik Okyanusu, Tema’ya varıyoruz. Tema’nın bir özelliği, tam olarak Greenwich meridyeninin üzerinde yer alıyor olması. Hristiyan misyonerlerin bu hususu dikkate alarak tam meridyenin geçtiği noktaya, bir kilise inşa etmeleriyse, animist dinlerden yerel halkı uzak tutmaya yönelik gayretlerinin bir parçasıymış.
Accra’da ziyaret planlarımız arasında yer alan Osu Kalesi, bugün Gana Devlet Başkanı’nın yaşadığı bir yer. Ziyaret edeceğimizi söylediğimizde bırakın ziyareti, yaklaşmanın dahi imkân olmadığı bir yer olduğunu öğreniyoruz. Özel bir yolla gidilen ve yerel halk dâhil kimsenin yaklaştırılmadığı, Osu Kalesi’ni ancak uzaktan gizli olarak fotoğraflayabiliyorum.
Jakaranta (üzerlerinde ateş kırmızısı çiçekleri olan, bazen şemsiye şeklindeki tropikal bölge ağacı) ağaçlarıyla donatılmış ve Kara Afrika’nın en önemli üniversitelerinden biri olarak kabul edilen ve yirmi bin öğrencisi olan Gana Üniversitesi, Accra’da ilgimi çeken en önemli yer oldu. Özellikle şirin mimari yapısı ve modern görünümlü binalarıyla başkentin genelinden ciddi anlamda ayrılıyordu. Tüm Afrika’dan öğrenci kabul edilmesi ve pozitif bilimlerin hemen hemen hepsinin öğretilmesi, Gana için son derece çok önemli. Yüzlerce çeşit tropikal ağaçların arasında konuşlanmış, tek ya da iki katlı binalardan oluşan kampüs, bir mesire alanı gibi.
Bu kadar yorgunluktan sonra sadece temiz bir yatağın olduğu bir ortam yeterli ancak bunu elde edebilmek çok güç. Ertesi sabah köle ticaretinin ilk olarak başlatıldığı yer olan Cape Coast ve bu bölgeye adını veren, ismi Portekizce de “Al Mina” yani maden anlamına gelen Elmina’ya doğru seyahate devam ediyoruz.
Elmina ve çevresi zengin altın madenleriyle ünlü. Bu bölgeye Altın Kıyısı adı veriliyor. 1471 yılında Avrupa’dan ilk Portekizliler bu bölgeye gelmişler ve fildişi, altın, kakao, baharat ticareti yapmışlar. Daha sonra bu bölgeye gelen Hollandalılar, Portekizlileri buradan uzaklaştırmışlar ve İngilizlerin yaptıkları Elmina Kalesi’ni onararak köle ticaretinin merkezi yapmışlar. Bugün dünyaya insan hakları dersi veren Avrupalılar, Gana’nın kuzeyinde yer alan, Kumasi Bölgesi’nden getirdikleri yerel halkı, Last Bath denilen yerde son kez banyo yaptırıp, ilaçladıktan sonra 300 km ilerde bulunan St.George Kalesi’ne getirip buradan gemilere bindirerek aylarca süren yolculuklarla, Karayipler’e ve Amerika’ya göndermişler. Kölelerin kaçmasını engellemek adına, sarnıç şeklindeki hücrelerin demir kapıları sadece okyanusa açılıyor ve yanaşan gemilere sandallarla buradan bindiriliyorlarmış.
St.George Kalesi’nde, kölelerin gemi beklerken yaşadıkları hücrelerin duvarlarında onların haykırışlarını ifade eden birçok figür, resim ve yazılar halen duruyor. Hücreler en fazla 40 metrekare bir alandan ibaret. Köleler, yeme, içme ve her türlü ihtiyaçlarını bu hücrelerde karşılamış. Köle ticareti her ne kadar 1814 yılında resmen yasaklandıysa da 1871 yılına kadar Hollandalıların ve İngilizlerin etkisiyle gizli olarak devam etmiş.
Elmina sahili, rengârenk bayrakları olan ve Kudoo denilen balıkçı tekneleriyle dolu. Burası, sabah saatlerinden itibaren hummalı bir çalışmanın olduğu bir yer. Yüzlerce balıkçı, burada, yeni sefere çıkabilmek için ağlarını tamir ediyor, sandallarını boyuyor. Salı günleri, buradaki balıkçılar, Deniz Tanrısı’nı üzmemek ve kızdırmamak için denize açılmıyorlarmış.
Elmina’dan dönüş yolunda, Afrika’nın en iyi korunmuş milli parklarından biri olan Kakum Milli Parkı’nı ziyaret ediyoruz. Cape Coast’a bir saatlik mesafede, yağmur ormanlarının kalbinde yer alan bu parkta, insanı dehşete düşüren köprülerden geçiyoruz. Onlarca metre yükseklikteki ağaçlara bağlanan iplerle oluşturulmuş bu asma köprülerden geçerken son derece dikkatli olmak gerekiyor.
Göz alabildiğine uzanan ve yeşilin her tonunu barındıran yağmur ormanlarının ve uçurumların üzerinden, parkın belli bölümlerini birbirine bağlayan bu köprülerden, izlenen manzara bir harika. Yoğun nemin etkisiyle yağan yağmur ise, bu manzaraya bambaşka bir renk katıyor.
Bu yorgunluğun üzerine, yerel bir içecek olan Gari içiyoruz. Gari, Kasava denilen bir bitkinin kurutulması suretiyle elde edilen tozun, su ve şekerle karıştırılmasıyla yapılan bir içecek.
Batı Afrika’nın dünyaya açılan kapısı olarak bilinen Gana, her şeye rağmen bölgenin en gelişmiş ülkesi ve bir finans merkezi. Avrupa’nın sayılı başkentlerinden ve Afrika’nın önemli şehirlerinden ulaşımın daha kolay olduğu Gana’ya, günümüzde artık Türk Havayolları da direk uçuyor.
Avukat Suat ŞİMŞEK