Tayfun Timoçin
Tutya İran’da “bulunan” bir şey ve bu da yetmezmiş gibi göz hastalıklarına iyi geliyor!
Deniz suyu iletkendir. Gemiler ve tüm tekneler elektrik ürettiklerinden ya da kullandıklarından ve bazen denize (uzak olsa dahi) yıldırım düştüğünden, aslında bizim çok hissetmediğimiz bir elektrik döngüsü vardır denizde. Bu döngü, elektriğin doğası gereği bir yerde kaçınılmaz olarak sonlanmalıdır. Tıpkı akan su gibi. Nasıl ki su, akmaya bir kez başladıktan sonra illa ki denize, göle vs. yönelir, işte elektrik de bunun gibi, bir yere ulaşmalıdır. Denizin içinde var olan ama yüzerken hiçbirimizi çarpmayan bu hayalet elektrik, eğer önlem almazsak, teknemizin suyun içindeki metal kısımlarını hedef seçer. Galvanik korozyon, kendisine çok yardımcı olan deniz suyu (tuz ve mineraller sağ olsun!) sayesinde, tedbir almamış bir teknenin metallerini yer bitirir.
Başka türlü söylemek gerekirse, suyun içinde sinsi bir canavar, teknemizin metallerini yemek için pusuda beklemektedir. Ve inanın, ondan kurtuluş yoktur. Yani o canavarı ne öldürebiliriz, ne kovabiliriz, ne de yok edebiliriz. İşte o canavar mutlaka doyurulmalıdır. Başka şeylere zarar vermesin diye kendisine bir kurban verilmelidir. (Batı dillerinde tutyaya “kurbanlık anot” denmesi bundandır.) Doyurmadığımız anda bize, yani teknemize musallat olur. Neyse ki bu korkunç canavara sunabilecek bir kurbanımız var: Tutya!
ONU YEME BENİ YE
Denizciler ve tekne sahipleri çok iyi bilir tutyanın ne olduğunu. Bir: Anottur. Yani elektrik akımının sonlanması gereken yerdir. Standart elektroliz tepkimelerinde akım, katottan (eksiden) anoda (artıya) doğrudur. İki: Çinkodur. Çünkü çinko, metal sülalesinin en soysuzudur; bu laf şaka gibi ama değil, çinko metallerin en az asil olanıdır. Bu noktada, felsefîymiş gibi duran ama aslında hiç de felsefî olmayan ve sadece olayı anlatan bir laf edeceğim: En az asil olan, en kolay harcanabilendir! Çinko en az asil metal ve doğal olarak da galvanik korozyonu önlesin diye en kolay ve bol keseden harcanabilenidir.
Teknenin gövdesinin suyun altında kalan kısmına, ki biz ona karina diyoruz malum, pek çok tutya konur. Doğrusunu söylemek gerekirse, ne kadar çok tutya, o kadar huzur denebilir. Ama tabii tutyayı gövdeye tutturmak için delik, vida vs. gerektiği için, çoğu tekne sahibi, ancak ihtiyacı karşılayacak kadar tutya yerleştirmeyi tercih eder. Dümen palası (çünkü içinde metal mil vardır), pervane (çünkü metal şaftı vardır), su giriş-çıkış delikleri (çünkü içlerinde metal boruları vardır) gibi nesnelere yakın konulurlar, böylece onları korurlar. Daha doğrusu canavara, “Onlar önemli şeyler, onları yeme, al bunu ye!” diye kurban verilirler. Tabii, tutya, boyanmış gövde üzerine boyasız olarak konur. Tutya boyanmaz. Güzel dursun diye boyayan olursa, canavara teknesini kurban vermiş olur çünkü boyanmış tutya az işe yarar. Canavar, tutyayı doğal haliyle sever!
Şimdi izin verirseniz bu noktada lafın rotasını değiştireceğim çünkü tutya hakkında teknik bilgi vermek değil bu yazının amacı. Amaç, genel olarak çok sevdiğim, hatta bayıldığım lafların kökenine inmek.
İRAN’DA TUTYA, NASIL BİR TESADÜF?
Marco Polo, ünlü seyahatnamesinde “tutya”dan bahseder. Bugünkü İran’ın Kirman Eyaleti’nde bulunan Kuhbenan kentini anlatır o bölümde. Onun söyleyişiyle “Cobinan”. Polo, her zamanki detaylı anlatımıyla bilgi verdikten sonra devam eder:
“Burada epeyce demir, çelik ve andanik bulunur ve en ince çelikten çok büyük ve güzel, çok sayıda ayna yapılır. Tutya burada bulunmaktadır ve göz hastalıklarına çok iyi gelmektedir.” Bu laf insanı şaşırtır. Tutya İran’da “bulunan” bir şey ve bu da yetmezmiş gibi göz hastalıklarına iyi geliyor!
SON TEKNOLOJİ TUTYA ÜRETİMİ
Marco Polo’yu okumaya devam edelim: “Bunun yapılışını gördüm ve nasıl yaptıklarını size anlatacağım. Bu ülkenin dağlarından birinde kazdıkları ve bu işe yaradığını bildikleri bir damardan toprak alırlar ve onu kızgın ateşli büyük bir fırına koyarlar; fırının kubbesinin üzerine çok ince demirden bir elek konulmuştur. Ateş sayesinde bu topraktan ve sudan çıkan ve bu demir eleğin tuttuğu duman ve buhar soğuyarak sertleşir, bu da tutyadır; bu toprağın ateş içinde kalanı, fırının dibinde kalan cüruf, spodium ya da spodium-saz adını alır, bunun nedeni sözü geçen spodium’un ya da yanmış toprağın saz kadar hafif kalmasıdır. İşte, tutya ve spodium’un nasıl yapıldığını duydunuz.”
Tutya böyle mi yapılıyormuş? Eh 13. yüzyıl şartlarında bu belli ki en son teknoloji. Fakat tutyanın göz tedavisi ile ilgisini anlamak şart. Sözlüklere başvuralım. Tutya, Arapça “tûtiyâ”. İki anlamı var, biri çinko, diğeri de “sürme”. Evet göze çekilen sürme. Elimdeki kaynaklar arasında tutyanın teknelerde nasıl kullanıldığını anlatan pek çok şey var ama gözle ilgisini anlatan hiçbir şey yok. Fakat bizim bildiğimiz halini en derli toplu anlatan Ana Britannica: “Tutya, çinkonun cevherlerinden indirgenmesi sürecinde elde edilen sıvının kalıplara dökülmesi yoluyla hazırlanan külçe. Tutya, çinko metalinin en yaygın ticari biçimidir.”
Fakat halen çinko-göz ilişkisine gelemedik. Acaba bu ilişkiyi bize bir şiir verebilir mi? Hem de Dîvan şiiri! İnternette bulduğum bir makale, bana yol gösterdi. Mihrican Aynacı imzalı bir makale, ki sayın yazar Kocaeli Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde Araştırma Görevlisi imiş, “Dîvan Şiirinde Geçen Göz Hastalıklarının Klasik Dönem Tıp Metinleri Ekseninde Değerlendirilmesi” başlığını taşıyordu.
GÖZ HASTALIKLARINA BİREBİR
Efendim makaleye göre Dîvan şiirinde en çok rastlanan göz hastalığı “remed”miş. Remed, göz ağrısı, göz iltihabı, göze elem veren her türlü hastalık olarak tanımlanırmış. Belirtilerinden biri, gözün kızarmasıymış. İşte burada ilk olarak göz-çinko bağlantısı çıkıyor karşımıza. Bir şiirde:
“Devâ-yı derd-i remed olsa toprağı n’ola kim
Hevâ-yı hâk-i derûn kıldı tûtiyâyı tûrab.” (Emrî Dîvanı.)
Makale yazarının söylediğine göre buradaki tutya (tûtiyâ), “sürme” anlamında.
Remede iyi gelirmiş göze sürme (tûtiyâ) çekmek.
Devam edince görülüyor ki, makalenin 41. sayfasında sürme, yani bizim tutya ile ilgili açıklama var: “Sürme, bir süs aracı olmasının yanı sıra gözü kuvvetlendirmek, görüşü arttırmak, göze parlaklık vermek; gözden remed, sebel, göz yaşarması ve göz kanlanması gibi rahatsızlıkları gidermek için kullanılan ilaçtır.”
Marco Polo bu konuda nerede yazmıştı? İran’da. Eskiden, bölge halkında (ve Mısırlılarda) erkek-kadın herkes arasında sürmenin bolca kullanıldığını, sürmeli erkeklerin eski dönemlerde hiç de az olmadığını kitaplardan, minyatürlerden ve diğer resimlerden biliriz. Örneğin, büyük komutan Selahaddin Eyyubî’nin resmedildiği Haçlı Seferleri minyatürlerine/resimlerine bakınız. Eyyubî, her zaman sürmelidir. Eh, çöl şartları malum: Direkt ve kumdan yansıyan güneş ışınları, sürekli rüzgârla uçuşan kum ve toz zerrecikleri, hepsi göze zararlı. Korunmamak mümkün mü? Çareyi böyle bulmuşlar demek ki. Şimdi anlıyoruz ki tutya, yani sürme, sahiden de sadece süs olsun, adam çok daha yakışıklı görünsün diye kullanılmamış.
ŞİFA OLSUN
Yine internette, bir “şifa” sitesinde bir tarif var. Tutiya diye bir tarif (reçete) bu. “Tutiya 20 gr., zencefil 20 gr. Toz haline getirilir, göze sürme gibi çekilir, üç-dört gün kullanılır, göz kanlanmasında, göz yaşarmasında, göz kararmasında faydalıdır” deniyor. Belli ki yüzlerce, belki de binlerce yıllık bir tarif bu.
Bir başka makale... Yrd.Doç.Dr. Doğan Kaya imzalı. “Azerbaycan’da Baş ve Baştaki Organlarla İlgili Halk Tedavi Usulleri” başlığını taşıyor. Ve bildiniz, bizim tutyaya da “Göz ağrısı ve göz sulanmasını gidermek için başvurulan tedavi şekilleri” bölümünde rastlıyoruz: “Göz sulanmasını gidermek için, göze sürme ve tutiya sürülür.”
İSPANYOLCA DEYİM NEREDEN ÇIKTI?
Ve şimdi sıkı durun. İspanyolca’ya rastlıyoruz araştırma yolunda. İspanyolca’da, kötü bir durumdan kurtulmak umudu yokken, durum ümitsizken söylenen “No hay tu tia” diye bir deyim varmış. Anlamı şuymuş: “Çare yok, kurtuluş yok.” İspanyolca bilenler konuya daha yatkın olacaklardır. Ben bilmiyorum. Ama bağlantı sağlam: İspanya ve Endülüs! Ve elbette Müslümanlar. Marco Polo’nun (ve kuşkusuz dönem Avrupalısının) deyişiyle Sarazenler asırlarca orada yaşadılar. Kültürlerini orada yaşattılar ve yerleştirdiler. İşte o dönemde, gözü çok ağrıyanlar, şifacıya gidip tûtiyâ istediğinde, şifacının elinde yoksa “Yok ki tutiya” anlamında “No hay tu tia” diyormuş. İşte bu, “Ağrın devam edecek çaresiz, çünkü ilaç bende yok” anlamıyla dile yerleşip, bugünün İspanyasına deyim kalmış: No hay tu tia! Galiba bu dünya koca bir köy! Çaresiz tüm dertler bizlerden uzak olsun vesselam.
Kaynak://www.hurriyet.com.tr